Bu sebeple râbıtada yanlış olan; insanlara gösterilecek muhabbeti, âdeta ilâhî muhabbet derecesine vardırmaktır. Mânen rehber edinilen bir zâta, âdeta ulûhiyet izâfe edercesine, aşırı yüceltme, haddinden fazla hürmet ve mutaassıbâne bir bağlılık duyarak, Kurʼân ve Sünnetʼin tasvip etmediği hâl ve davranışlara sürüklenmektir. Allah korusun, bu hâl, kişiye fayda yerine zarar verir, hattâ yoldan çıkarır.
Şunu hiçbir zaman unutmamak îcâb eder ki mürşid, mürîd için sadece bir “vâsıta”dır. Vâsıtaya muhabbette aşırıya kaçarak, onu “gâye” hâline getirmek, şirke kapı aralamaktır. Bu tür aşırılıklara sürüklenenler, hem tasavvuf muhâliflerinin elini güçlendirmiş, hem de mensubu oldukları yolun istikâmetine zarar vermiş olurlar. Bu ise büyük bir vebâldir.
Bu hususta da sahâbe içinde Allah Rasûlüʼnü en çok seven, fakat bu muhabbetini dâimâ îtidâl, teennî ve istikâmet vesîlesi kılan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın şu hâli, bütün tasavvuf ehline örnek teşkil etmelidir:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin vefâtı, sahâbe-i kirâma çok ağır gelmişti. Herkes büyük bir şaşkınlık, hattâ taşkınlığa sürüklenmişti. Zira canlarından çok sevdikleri Allah Rasûlüʼnün gül yüzünü artık göremeyecek, varlığıyla tesellî bulamayacaklardı. Ashâb içinde; O’nu görmeyen gözü, O’nu işitmeyen kulağı ve O’nun yaşamadığı bir hayatı istemeyenler vardı. Ashâb-ı kirâm mescidde ağlamaya başladılar. Gönüller, bu târifsiz acıyla sarsılırken Hazret-i Ömer-radıyallâhu anh- gibi dirâyetli bir şahsiyet bile:
“Hiç kimsenin «Muhammed öldü!» dediğini duymayayım! Yoksa kılıcımla boynunu vururum! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın bayıldığı gibi bayılmıştır!…” diyerek başladığı konuşmasına devam etti; öyle ki, konuşa konuşa ağzı köpürdü.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, acı haberi alınca hemen atına binip Medîne’ye geldi. Peygamber Efendimiz’in yüzünü açtı. Sonra üzerine kapandı, ağlayarak alnından öptü ve:
“Vallâhi, Rasûlullah vefât etmiş!
اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
«…Bizler Allâh’a âidiz! (Allâh’ın kullarıyız!) Ve bizler yine O’na dönücüleriz!» (el-Bakara, 156)
Babam, anam Sana fedâ olsun! Allâh’a yemin ederim ki, Allah Sana hiçbir zaman iki kere ölüm acısı tattırmayacak! Sen bir kere vefât etmiş ve mukadder olan ölüm geçidini geçmiş bulunuyorsun! Bundan sonra Sen’in için bir daha ölmek yoktur!..
…Sen sağ iken de güzeldin, vefâtından sonra da güzelsin!..” diyerek Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüzünün örtüsünü örttükten sonra dışarı çıktı.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ise, hâlâ Peygamberimiz’in vefât etmediği yönündeki konuşmasını sürdürüyordu. Hazret-i Ebû Bekir ona:
“–Otur artık ey Ömer!” dedi.
Hazret-i Ömer oturmaya yanaşmadı. Hazret-i Ebû Bekir, sözünü iki üç kere tekrarladı ve o hassas zamanda, büyük bir metânetle, halkı teskin eden şu konuşmayı yaptı:
“Allah Teâlâ, Peygamberʼine, daha aranızda iken vefât haberini vermişti. Sizlerin de (eceliniz gelince) öleceğinizi haber vermiştir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât etmiştir! Sizlerden de hiç kimse sağ kalmayacaktır. Kim Muhammed’e tapıyor ise bilsin ki, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât etmiştir! Kim de Allâh’a ibâdet ediyorsa, hiç şüphesiz Allah Hayy’dır, ölümsüzdür!
Allah Teâlâ:
«Muhammed, bir Rasûl’dür. O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Şimdi O ölür veya öldürülürse, ökçenizin üzerinde gerisin geriye (eski dîninize) dönecek misiniz? Kim, böyle iki ökçesi üzerinde geri dönerse, elbette ki Allâh’a hiçbir şeyle zarar vermiş olmaz. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.» (Âl-i İmrân, 144)buyurmuştur.”
İnsanlar bu âyeti işitince, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefât ettiğine artık iyice kanaat getirdiler. O derece şaşkınlığa düşmüşlerdi ki, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- okuyuncaya kadar, bu âyetin nâzil olduğunu sanki bilmiyor gibiydiler.
Hazret-i Ömer-radıyallâhu anh- der ki:
“Vallâhi o güne kadar bu âyeti sanki hiç işitmemiş gibiydim! Onu Ebû Bekir’den dinleyince dehşet içinde kaldım. Ayaklarım beni tutmaz olmuştu. Dizlerimin bağı çözüldü ve bulunduğum yere yığılıverdim.”[1]
Görüldüğü üzere, Efendimizʼi en çok seven, Oʼna en büyük hürmet ve tâzimi gösteren Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın bu eşsiz muhabbeti, hiçbir zaman taşkınlığa sebep olmamış, onu şerʼî hakîkatlere muhâlif bir tavra sürüklememiştir. Bilâkis, taşkınlıklara sürüklenenleri îkaz ve irşâd edecek bir istikâmet ölçüsü olmuştur.
İFRAT VE TAASSUP…
Bâzı cezbeli müridlerin heyecan taşkınlığı içinde söyledikleri; “Benim şeyhim bir şeyi dilerse Allah onu mutlakâ verir…” gibi sözler; muhabbet, hürmet ve bağlılığın, hadd-i lâyığından çıkarak, ifrat ve taassup derecesine varmasının bâriz bir misâlidir.
Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâhʼın Habîbi olmasına rağmen, Oʼnun bile bütün duâları kabul edilmemiştir. Nitekim, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur:
“Rabbimden üç şey talep ettim. İkisini verdi, birini geri çevirdi: Rabbimden ümmetimi umûmî bir kıtlıkla helâk etmemesini talep ettim, bunu bana verdi. Ümmetimi suda boğulma sûretiyle helâk etmemesini diledim, bana bunu da verdi. Ümmetimin kendi aralarında savaşmamalarını da talep etmiştim, bu ise geri çevrildi.”(Müslim, Fiten, 20/2890)
Demek ki Rabbimiz, peygamberlerinin bile duâlarını dilerse kabul eder, dilerse etmez. Bu bakımdan kul, hangi mânevî makam ve mertebede olursa olsun, amelleri gibi duâları da Allah Teâlâʼnın kabulüne muhtaçtır.
Bu ölçü, peygamberler hakkında bile böyle olduktan sonra, peygamberler dışındakilere -velev ki onlar büyük evliyâullahʼtan bile olsalar- ne derecede şâmil olduğunu iyi anlamak îcâb eder.
Bu bakımdan, Allâh’ın sevgili bir kulu, duâ ettiğinde mutlakâ kabul olacak veya bir hastaya okuduğunda kesinlikle şifâ bulacak denilemez. Zira bu gibi hususlar, her iki tarafın ihlâsının yanında, bir de Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve murâdına uygun düşmelidir ki, arzu edilen netice hâsıl olsun.
Diğer bir husus da, hem peygamberlere hem de evliyâullâha farklı meşrep ve tasarruflar lûtfedilmiş olmasıdır. Dolayısıyla birinde öne çıkan üstün bir vasıf, diğerinde aynı seviyede bulunmayabilir. Onun için hepsinden aynı tasarrufları beklemek doğru olmaz. Zâten onların asıl vazifesi de, bu tip tasarruflar değil, gönüllerin îkaz ve irşâdıdır.
Bununla birlikte, kulun duâ ederken, Allâhʼın sevdikleri olan peygamberler ve sâlih kulları vesîle edinerek, yani onlar hürmetine istemesi (tevessül), merhamet-i ilâhiyyeyi daha çok celbeder. Fakat duâda Allâh’ın sevdiklerini vesîle kılarken onların şahsından değil; yalnız Allah Teâlâ’dan istemek îcâb eder. Zira fâil-i mutlak, yalnızca Cenâb-ı Hak’tır.
Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Onlar, kullarının tevbesini kabul edenin ve sadakaları alanın Allah olduğunu bilmediler mi?..” (et-Tevbe, 104)
Yine bâzı kimselerin, sâlih zâtların gıyâbında veya kabirlerini ziyaret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyacımı gider!” gibi sözlerle, doğrudan doğruya onlardan talepte bulunmaları, şirke kapı aralayabilecek derecede büyük bir yanlıştır. Gâyet hassas olan tevhid akîdesini zedeleyebilecek bu ve benzeri câhilâne sözlerden titizlikle sakınmak gerekir. Maddî-mânevî müşküllerin hâlledilmesinde, kâinâtın sevk ve idâresinde, Allah’tan başkasının mutlak tasarrufunun bulunabileceği intibâını veren her türlü ifâdeden şiddetle kaçınılmalıdır.
Şu hâdise, bütün tasarrufların Allâhʼın dilemesine bağlı bulunduğu gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve müslümanların hâmîsi olan, onları yıllarca fedâkârâne bir şekilde müdâfaa eden, amcası Ebû Tâlibʼin îmân etmesini Rasûlullah Efendimiz çok arzu eder ve bu hususta ısrarcı olurdu. Ebû Tâlib de, bu ısrar karşısında yeğenine:
“–Ben Sen’in hakîkatini biliyorum. Lâkin Sana îmân edersem, Kureyş’in kadınları beni ayıplar!” derdi. Yani vicdânen kabul ettiği hakîkati, kavmî asabiyetine mağlup olduğu için ikrâr edemezdi. Nihâyet Ebû Tâlib’in, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e son sözü şu oldu:
“–Ben, eski dîn (Abdülmuttalib’in dîni) üzere ölüyorum. Kureyş benim için ölümden korktu da dînini değiştirdi demeyecek olsaydı, Sen’in sözlerini kabul ederdim!..”[2]
Bu sözler üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben de men olunmadığım sürece senin için dâimâ istiğfarda bulunacağım!”[3] buyurmuş ve amcasının evinden mahzun olarak ayrılmıştır.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok üzülüp amcası için; “Sana istiğfarda bulunacağım!” demesi sebebiyle âyet-i kerîmede şöyle buyruldu:
“(Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin! Fakat Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir.” (el-Kasas, 56)[4]
Demek ki peygamberlerin gayreti bile tek başına hidâyete eriştirmek için kâfî değildir. Cenâb-ı Hak dilerse bu gayretlere tesir bereketi lûtfeder, neticeye ulaştırır, dilerse de neticesiz bırakır.
ALLAH TEÂLÂ BİLDİRMEYİNCE…
Yine bâzı müridler, mürşidlerine duydukları muhabbette aşırıya kaçarak heyecan taşkınlığı içinde; “Benim mürşidim her şeyi bilir!” gibi düşüncelere kapılabilirler. Şüphesiz ki bu da nâkıs bir telâkkîdir.
Nitekim Peygamber Efendimizʼe bâzen soru sorulur, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise; “Sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmiyor.” buyururdu.[5]
Şeyh Sâdî Gülistan adlı eserinde der ki:
Bir kişi Yâkub -aleyhisselâm-’a:
“–Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yûsuf’un gömleğinin kokusunu Mısır’dan gelirken duydun da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken onu görmedin?” diye sorar.
Yâkub -aleyhisselâm- cevâben:
“–Bizim nâil olduğumuz ilâhî nasipler, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı gerçekler bize bâzen ayân olur, bâzen kapanır!” buyurur.
Yani Cenâb-ı Hak perdeyi açarsa kul, öteleri görür; fakat bir de kapatırsa, insan önündeki çukuru bile görmez olur. Yani kul, hangi mânevî makamda olursa olsun âcizdir. Dâimâ Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuna muhtaçtır.
HATÂSIZ KUL OLMAZ
Yine bâzı müridler, mürşidlerine duydukları muhabbette ifrata kaçarak; “Benim mürşidim aslâ hatâ etmez!” şeklinde düşüncelere de kapılabilirler. Şüphesiz, bu da yanlış bir telâkkîdir.
Zira pek çok rivâyette[6] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bile, halîfe seçildikten sonra verdiği ilk hutbede, muhteşem bir ölçü verdi. Buyurdu ki:
“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum. Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz…
…Ben, Allâh’a ve Peygamber-sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼe itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz! Eğer itaat etmezsem, sizin de bana itaatiniz lâzım gelmez!..”[7]
Ümmetin en faziletli şahsiyeti böyle derse, onu örnek alması gerekenlerin, nasıl demeleri lâzım geldiğini düşünmek îcâb eder.
Yine büyük mürşid-i kâmillerden Mazhar Cân-ı Cânângher işinin Sünnet-i Seniyye’ye uygun olmasına çokça dikkat ederdi. Buna rağmen büyük bir tevâzû sergileyerek şöyle buyururdu:
“Bizden, İslâmî ahkâma uygun olmayan bir iş meydana geldiğini gören, hemen îkâz etsin!”[8]
GURURLANMA İNSANOĞLU!..
Yine bâzı kimselerin, mensub oldukları mânevî yola muhabbette haddi aşarak; “kendi yolunun en günahkârının bile, kırk kişiye şefaat edeceği, âhirette kendi mürşidinin eteğine tutunanların doğrudan Cennetʼe gidecekleri” şeklinde, şerʼî esaslarla aslâ teʼlif edilemeyecek tarzda, asılsız, mesnedsiz, hezeyana dönüşmüş heyecan taşkınlıklarına da rastlanmaktadır.
Evvelâ şunu ifâde edelim ki, şefaat haktır. Rabbimiz dilerse, dilediği kullarına bu salâhiyeti bahşedebilir. Lâkin kimin kime şefaat edeceği, ancak Rabbimizʼin bileceği bir husustur. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;
“…İzni olmadan Oʼnun katında kim şefaat edebilir?..” (el-Bakara, 255)
Ayrıca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin sevgili kızı Hazret-i Fâtımaʼya yaptığı şu îkaz da çok ibretlidir:
“Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’in kızı Fâtıma! Allah katında makbul olan sâlih ameller işle! (Aksi hâlde, babanın peygamber olduğuna güvenme!) Çünkü ben, (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)
Dolayısıyla, sâlih kullara duyulan muhabbet, hürmet, âidiyet, mensûbiyet ve hüsn-i zan duygularını, ebedî kurtuluş hususunda şerʼî bir nass katʼiyyetinde görmek, kişiye mânen zarar verir.
Evliyâullâhʼın rakik kalplerini titreten en mühim hususlardan biri de, kendilerine yapılan aşırı iltifatlar sebebiyle Hakkʼın huzurunda hesaba çekilme endişesidir. Bunun içindir ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- birinin övgüsüne muhâtap olunca, derhâl Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ ederek:
“Allâh’ım, Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. Allâh’ım, beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle! Onların bilmediği hatâlarımı mağfiret eyle, söyledikleri sözler sebebiyle de beni hesaba çekme!” demiştir.[9]
Aynı endişe sebebiyle Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, mezar taşına övgü ve iltifat ifâdeleri yazılmamasını vasiyet etmiştir.
İşte gerçek mânâda tasavvuf ehli olanlar, yürekleri bu hassâsiyetlerle titreyen müʼminlerdir.
Şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, Peygamberʼlerini yüceltmede haddi aşmaları sebebiyle hristiyanlar, dînin tevhid akîdesini bozmuşlar, Cenâb-ı Hakkʼa ortak koşmuşlardır. Bu bakımdan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini bu nevî aşırılıklardan sakındırarak;
“Hakkımda, hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’ya yaptıkları aşırı övgülerde bulunmayın. Şurası muhakkak ki ben, Allâh’ın bir kuluyum. Benim için; «Allâh’ın kulu ve Rasûlü» deyin.”(Buhârî, Enbiyâ, 48)
“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ, beni Rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” îkazlarında bulunmuştur. (Hâkim, III, 197/4825; Heysemî, IX, 21)
Şunu da unutmamak îcâb eder ki, peygamberler dışında her kul, âciz ve kusurludur. Hattâ peygamberler bile, beşer olmak hasebiyle, “zelle” işlerler. Fakat ilâhî teʼyîde mazhar oldukları için, tashih edilirler. Bunun hikmetlerinden biri de; peygamberlere dahî âciz olduklarını hatırlatmak; ümmetlerine de, peygamberlerine ulûhiyet izâfe edercesine aşırı yüceltmelerde bulunmamalarını telkin etmektir.
Dolayısıyla mâneviyat büyüklerine muhabbet ve hürmet ne kadar gerekliyse de, onları yüceltmede şerʼî hudutlara riâyet etmek de son derece zarûrîdir. Aksi takdirde, bu hususta haddi aşanlar; hem kendi istikâmetlerine zarar vermiş, hem de mensubu oldukları mânevî yolun sâfiyetini lekelemiş olurlar.
Her hususta olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman istismarcılar ortaya çıkmıştır. Bugün de gerek benlik, gerekse de rûhî bir hastalık sebebiyle birileri kalkıp; “Ben zamanın kutbuyum, gavsıyım!..” gibi iddiâlarla gerçek tasavvufun rûhundan tamamen uzak bir büyüklük iddiâsı ve şöhret arayışı içinde olabilirler. Tarih boyunca bu tip istismarcıları en başta gerçek tasavvuf ehli tenkit etmiştir.
Unutmayalım ki bu imtihan âlemine, birbirimize karşı övünmek için gelmedik. Hepimiz; hiçlik, fânîlik ve acziyetimizi idrâk ederek Rabbimizʼe kulluğumuzu arz etmek üzere bu dünyaya gönderildik. Bu fânî âlemde en büyük pâye, Hakkʼa kul olabilmektir. Hepimiz, hatâsıyla-sevâbıyla, âciz birer kuluz. Âkıbetimiz hakkında da, elimizden gelen bütün gayreti gösterdikten sonra, yalnızca Rabbimizʼin rahmet, mağfiret ve inâyetine sığınırız.
TASAVVUF; GÖNLÜ KORKU VE ÜMİT DENGESİNDE TUTMAKTIR
Asr-ı saâdette yaşanmış olan şu hâdiseden çıkan dersi, hepimiz mühim bir hayat düsturu edinmeliyiz:
Sahâbenin meşhur zâhid ve âbidlerinden biri olan Osman bin Maz’ûn -radıyallâhu anh-, Medîne’de Ümmü’l-Alâ isminde bir kadının evinde vefât etmişti. Bu kadın:
“–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz müdâhale ederek:
“–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu. Kadın:
“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu îkazda bulundu:
“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum.”
Ümmü’l-Alâ der ki:
“Vallâhi, bu hâdiseden sonra hiç kimse(nin hâli ve istikbâli) hakkında bir şey söylemedim.” (Buhârî, Tâbîr, 27)
Çünkü peygamberler ve onların müjdeledikleri dışında hiç kimsenin son nefeste îmanla gidebilme teminâtı yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde, Cennetʼe bir karış kala ilâhî azâba dûçâr olanlar ve bunun aksine, Cehennemʼe bir karış kala ilâhî rahmete nâil olanlar bildirilmektedir.
Bu cümleden olarak; Levh-i Mahfûz’a bakıp onu okuyacak makâma erdikten sonra, nefsine mağlûp olup ebedî hüsrâna uğrayan Bel’am bin Bâûrâ’nın[10] hâlini, hiçbir zaman unutmamak îcâb eder.
Kârun da, Allah Teâlâ’nın kendisine birçok ihsanda bulunduğu, zühd ve takvâ sahibi biriydi. Üstelik Tevrât’ı en iyi okuyan ve tefsir eden kişiydi. Lâkin Allâh’ın bir imtihan olarak kendisine hazineler dolusu servet vermesi, onu Hakk’a yaklaştıracağı yerde uzaklaştırdı. Neticede dayanıp güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömülerek helâk edildi.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de:
“…Son nefes(te kimin kurtulacağı) meçhuldür. Nice fâsık ve fâcir vardır ki, kâmil velîlerden olmuştur. Nice verâ sahibi sâlih kişiler de vardır ki, aşağıların en aşağısına düşmüşlerdir…”[11]buyurmuş ve birçok mektubunda, son nefesi îmân ile verebilmek için duâ talep etmiştir.
Yani mânevî yolculukta, “ben artık kemâle erdim” diyerek veya kendinde mânevî bir üstünlük vehmederek gurur ve rehâvete kapılmak yoktur. Aksine; kendini dâimâ kusurlu ve noksan görüp gayreti artırmak esastır. Nitekim ârif zâtlar; “Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz.” demişlerdir.
Âhiretleri hakkında ilâhî teminat altında bulunan peygamberler dahî, “havf ve recâ / korku ve ümit” duyguları arasında dâimâ ilâhî rahmete sığınmışlardır. Meselâ, maldan, candan ve evlâttan imtihan vererek Allâh’ın Halîl’i/dostu olan İbrahim -aleyhisselâm- âhiret endişesi içinde:
وَلَا تُخْزِن۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ
“(Yâ Rabbi! Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulunmuştur.
Allâhʼın Habîbi Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu hâlde, geceleri sabahlara kadar gözyaşları içinde namaz kılmış ve istiğfâr etmiştir.
Yine “Aşere-i Mübeşşere”, yani daha dünyada iken Cennet’le müjdelenen sahâbîlerden hiçbiri, buna güvenip kulluk vazifelerinde gevşeklik göstermemiş, aslâ gurur veya rehâvete kapılmamıştır. Aksine, büyük bir kalbî rikkatle, gayretlerini daha da artırma azmi içinde, örnek bir kulluk hayatı yaşamışlardır.
Şu hâdise, sahâbenin kalbî hassâsiyetine ne güzel bir misaldir:
Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, her hâliyle ve bilhassa da Allah yolundaki fedâkârâne gayretleriyle öyle mümtaz ve müstesnâ bir şahsiyet hâline gelmişti ki, Ensâr ve Muhâcirler:
“−Selmân bizdendir.” diyerek onu paylaşamaz olmuş, hattâ bu hususta tartışmaya başlamışlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hem onların arasını bulmak, hem de Selmân -radıyallâhu anh-’ı taltîf etmek için:
“–Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir!” buyurdular. (Hâkim, III, 691/6541; Heysemî, VI, 130; İbn-i Hişâm, III, 241; İbn-i Sa‘d, IV, 83)
Bu nebevî iltifata rağmen o mübârek sahâbî, büyük bir tevâzû ve mahviyet içinde yaşamış, yüreği dâimâ âhiret endişesiyle titremiştir.
Nitekim iki kişi Hazret-i Selmân’a selâm verip:
“–Sen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sahâbîsi misin?” diye sordular. O da:
“–Bilmiyorum.” cevâbını verdi.
Gelenler; “Acaba yanlış birine mi geldik?” diye tereddüt edince, Selmân -radıyallâhu anh- sözlerini şöyle îzah etti:
“–Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte Cennet’e girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)
İşte sahâbe-i kirâm, yalnızca sözde ve isimde değil, özde ve fiilde sahâbe idi. Her hâlleriyle Allah Rasûlüʼne râm olmuşlardı. Buna rağmen kendilerini kurtulmuş görmeyip dâimâ kullukta gayret göstermişlerdi. Bu hâl, bütün müʼminlere örnek olmalıdır.
Zira kişinin mânevî kıymeti, gerçek mânâda âhirette belli olacaktır. Bu yüzden kula düşen; hiçlik ve acziyet hissiyâtı içinde, kulluğa devam etmektir. Bizler de son nefes endişesi sebebiyle hayatımızı her nefes Kitap ve Sünnetʼi yaşama gayreti içinde geçirmeli ve Yûsuf -aleyhisselâm-’ın;
تَوَفَّن۪ى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْن۪ى بِالصَّالِح۪ينَ
“…(Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101)niyâzını dilimizden düşürmemeliyiz. Unutmayalım ki, hangi makamda olursak olalım, kendimizin de başkalarının da âkıbetini tâyinden âciziz. Bu hususta da dâimâ Rabbimizʼin rahmet, mağfiret ve inâyetine muhtâcız.
Cenâb-ı Hak, lûtf u keremiyle âkıbetimizi hayreylesin…
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] İbn-i Sa’d, II, 266-272; Buhârî, Meğâzî, 83; Heysemî, IX, 32; Abdürrezzâk, V, 436.
[2] Buhârî, Cenâiz 81, Menâkıbu’l-Ensâr 40; İbn-i Sa’d, I, 122-123.
[3] Peygamber Efendimizʼin bu istiğfârından hareketle müslümanların da, müşrik ataları için istiğfarda bulunmak istemeleri üzerine, Tevbe Sûresiʼnin 113-114. âyet-i kerîmeleriyle bu fiil yasaklanmıştır. (Bkz. Taberî, Tefsîr, XI, 31)
[4] Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân, 28/1; Müslim, Îman, 39, 41-42; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, V, 433.
[5] Bkz. Müslim, Îman, 1.
[6] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26.
[7] İbn-i Sa’d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181.
[8] Abdullah Dehlevî, Makâmât-ı Mazhariyye, s. 43.
[9] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 104.
[10] Bkz. el-A‘râf, 176
[11] Es‘ad Sâhib, Buğyetüʼl-Vâcid, s. 120-121, no: 16.